Bu Blogda Ara

23 Ekim 2018 Salı

Ödev olarak kaleme alınmış bir öykü: Bir Sokak Çocuğu, Bir Kuşku (2001)

BİR SOKAK ÇOCUĞU, BİR KUŞKU 

26.11.2001

Üzerinde uyuyakaldığı yeşil, nemli bankta doğruldu. Gözlerini ovuşturarak gökyüzüne baktı. Gümüş yaldızlı bulutlar ağır ağır kımıldıyordu. Üzerindeki paralanmış gömleği, kirden ve tozdan asıl rengi belli olmayan pantolonuyla gelip geçenlerin ilgisini çekiyor ve bu görüntüsü, onları muhakkak ki ürkütüyordu. Birden şiddetli bir ürpertiyle sarsıldı. Soğuk bir rüzgar esmiş, sanki iliklerine dek nüfuz etmişti. Kalkıp yürümeye başladı. Yarım saat kadar yol boyunca ilerledi. Alaca karanlık gitgide artıyor, ıslak yollar türlü ışıkların yansımalarıyla parlıyordu. Ellerini ceplerine götürdü; ortasından hafifçe yırtılmış bir kağıt para çıkardı, sonra tekrar cebine soktu. Camekanlarından yayılan bembeyaz ışığı bozuk kaldırımlara dökülen bir kırtasiyenin önünde durdu. Kılık kıyafetine baktı. Altındaki eprimiş pantolonunu, sanki başkasının üzerindeymiş gibi, uzun uzun seyretti. Gözleri yaşarır gibi oldu. Bir titremeyle tekrar mantosuna sarıldı. Gerçekten bu sefaleti hak edip hak etmediğini düşündü…

Geçinemediklerini, okuldan ayrılmak zorunda kaldığını, gitgide kötüye gittiklerini, ve sonra ansızın, birkaç kardeşiyle beraber ortada kaldığını anımsıyordu. Bütün bu yuvarlanış, kendisini hayrete düşüren bir çabuklukla gerçekleşivermişti. Olguları sıraya koymakta adamakıllı güçlük çekiyordu. Dağılmışlardı…Sonra…Sonra biri ona acımış, bir tamirciye götürmüştü. Burada bir süre çalışmış, fakat uzun sürmemişti; dükkanın sahibi İhsan Bey, kendisinin hiçbir anlam veremediği bir hiddetle onu azarlıyor, hatta dövüyordu. Zaten birçok kişi İhsan Bey’in sorunlu biri olduğunu söylüyordu. İhsan Bey’in sorunlar karşısındaki acizliği, bu kimsesiz çocuğu dövmesiyle kendini belli ediyordu. Bir keresinde, kıpkırmızı kesilerek, yardımcısına seslenmiş: “Kemal, al götür şu sokak piçini!” diye avazı çıktığı kadar bağırmıştı. Bu olayın olduğu günün gecesi, içinin müthiş bir özgürlük duygusuyla dolduğunu duyumsadı. Bomboş dükkanı solgun bir ay ışığı dolduruyordu. El yordamıyla dükkanın ağır demir kapısını bulmuş ve kolunu çevirip kaçmıştı. Bir iki hafta sahildeki köhne gemilerin güvertelerini silmiş, eline bir miktar para geçmişti. Geceleri bu gemilerin kamaralarında yatmıştı. Ve en sonunda şimdiki duruma gelmişti. İki gündür açtı. Artık büsbütün yalnız olduğunun farkındaydı.

Yürüyordu… Göz alıcı, elvan elvan ışıklarla donanmış, her birinden bambaşka kokular ve gürültüler yayılan yapılar geride kalmış; iki sıra halinde uzanan eski, çarpık evlerin arasında kalmış dar sokaklar başlamıştı. Birden uzun bir öksürükle sarsılmaya başladı. Öksürdükçe boğazı ve göğsü yırtılır gibi oluyordu. Hırıltılı nefeslerle yoluna devam etmeye çalıştı. Artık nerede olduğunu kendi de bilmiyordu. Orada, sokağın köşe başında, sarı pencereleriyle bir ev gördü. Yol yordam öğrenmek amacıyla kapıyı çaldı. Biraz sonra, perdelerin arkasında iki çocuk gölgesi belirdi. Perdeleri açmalarıyla kapamaları bir oldu. İçerden “Açmayın, açmayın…” diye boğuk bağırtılar işitti. Düştüğü duruma canı sıkıldı. Tekrar karanlık sokaklarda yürümeye başladı.

Bir süre duvara dayanarak soluklandı. Sokak lambasının altında bir kedi, eski bir pabucu hırsla yırtmaya çalışıyordu. Kendisini görünce pabucu bıraktı ve hiç kıpırdamadan, ürkek bakışlarla ona baktı. Kedinin gözleri kıymetli bir taş gibi ışıldıyordu. Arkasını dönüp sallana sallana uzaklaştı… Çocuk, yılgın bir tavırla ayaklarını sürüyerek yürüdü. Bu sırada genç bir çift köşeyi döndü. Kadın bir hayli üşümüşe benziyordu; erkeğin koluna sımsıkı sarılmıştı. Yanından hızla geçtiler.

O an ilkin ölümü, sonra da sevgiyi düşündü. Sevginin, bugüne değin kendisinden hep uzak olduğunu ayrımsadı ve ruhunun derin bir hüzünle ezildiğini hissetti. Sevginin tam anlamıyla ne olduğunu bilmiyordu. Okulda iken, kimseye haber vermeden aşık olduğu kıza karşı ne hissettiklerini hatırlamaya çalıştı. Onun yüzünü görmesi bile kendisini  fazlasıyla mutlu ettiğinden onunla bir şeyler konuşmak gereği dahi duymamış, belki de yaklaşmaya bile cesaret edemediğinden hep uzaktan seyretmişti. Yorgun zihniyle imgesini gözlerinin önüne getirmeye çalıştı, fakat başaramadı.

Dolambaçlı yollarda bir süre daha gezindi. Tekrar bir öksürük nöbetine tutuldu. Öksürüğünün yankıları, gecenin mutlak sessizliğini bıçak gibi yardı. En sondaki karanlık evin duvarına yaslandı. Adamakıllı gece olmuş, her şeyi ürkütücü bir sessizlik kaplamıştı. Gizemli bir ezgiye eşlik ediyormuş gibi, aynı tarafa eğilen ağaçlar, ağaçların yapraklarında öfkeli fısıltılarla dolaşan yel, ince ince yağan yağmurun şırıltısı, koyu lacivert gökyüzünde koşuşan bulutlar bu sessiz geceyi tamamlayan ahenkli parçalar gibiydi. Artık bundan sonra yapılacak tek şey belki de ölümü beklemekti. Gözlerini yumdu. Soğuk hava yanaklarını donduruyor, ince bir sızı sanki bütün yüzünü dolaşıyordu. Evin içinden tıkırtılar gelmeye başladı. Dayandığı duvarın bitişiğindeki odanın ışığı yandı. Biraz sonra evin sokak kapısı açıldı. Bağa gözlüklü, orta yaşlı bir adam dışarı çıktı. Çocuğu farkedince, bunun bir hırsız olduğunu zannederek irkildi. Sonra gür sesiyle seslendi:

-          Sen kimsin?.. Kalk ordan!..

Çocuk kalktı. Adam, şimdi evden sokağa vuran ışığın aydınlattığı çocuğun kılık kıyafetine baktı. Baygın gözlerle kendisine bakan çocuk güçlükle ayakta duruyordu. Baştan aşağı süzerek:

-          Az önce duyduğum tıkırtılar senden geldi demek… Ne işin var burada, ne istiyorsun?

Dedi. Bu soru üzerine çocuğun içinde bir umut parlayıp söndü. Kendisini de şaşırtan bir cesaretle:

-          Ben yatacak bir yer arıyordum…

Diyebildi. Ve kısa bir süre öksürdü. Kapıda duran adam, çocuğun, elini ağaca götürürken uçları morarmış parmaklarını gördü. İçi, apansız merhametle doldu. Gözüne evindeki geniş çıkıntı çarptı. Uzun bir ikircimden sonra:

-          Gel öyleyse

Dedi.

Eve girdiler. Adam geniş çıkıntıya bir yer yatağı açtı. Bir de battaniye getirdi. Çocuk, yatağın içinde bir iki dakika tir tir titredi. Sonra yavaş yavaş ısındı. Şimdi odaya yalnız dama düşen yağmur damlalarının boğuk sesleri hakimdi. Bir on dakika sonra adam çorba getirdi. Çocuk çorbayı içtikten sonra yorgana sarıldı. Adam bir şeyler sormaya hazırlandı, fakat çocuğun gözlerinin kapandığını görünce vazgeçti. Çocuk da şaşırmıştı. Sevinirse sanki bu rüya bir anda bitiverecekmiş gibi geliyor ve  hiçbir şey söylemek istemiyordu. Adam ışığı kapatıp odayı terk etti.

        Ertesi sabah adam uyandı, saate baktı. 09:30’u gösteriyordu. Çocuğa işe gitmesi gerektiğini, dolayısıyla evden gitmesi gerektiğini söylemek üzere aşağıya indi. Çıkıntıdaki yer yatağının boş olduğunu gördü. Birden kuşkuya kapıldı. Bu çocuğa çok çabuk güvendiğini düşündü. Paralarını çalıp kaçmış olmalıydı. Telaşla giyiniyor ve kendisine, yaptığı bu iyilikten dolayı içerliyordu. Evin sokak kapısını açtı. Güneş, puslu bir mum yalımı gibiydi, gözlerini kırpıştırarak sokağa baktı. Kimsecikler yoktu. Tekrar eve girdi ve paralarını sakladığı konsolun çekmecesini açtı. Paraları yerli yerinde duruyorlardı. Derin bir nefes aldı. Sonra, orada, konsolun üstünde, ortasından hafifçe yırtılmış bir kağıt para durduğunu fark etti…

SON



 Kelimeler: Çocuk, sokak, yalnız, dam, güneş, pabuç, kedi, rüya, umut

8 Eylül 2013 Pazar

Kendini Kaybedip Bulmanın Romanı: "Hakkari'de Bir Mevsim" (O) [Ferit Edgü]

Ferit Edgü - Hakkari'de Bir Mevsim (O)


"Hakkari'de Bir Mevsim'in dili, bir çeviriden okumamıza karşın, son derece özgün bir dil, öylesine ki, öykünün içinde yer alan şiirsel bölümleri hiç yadırgamadan, doğal bir akış içinde okuyoruz...
Bu kitaptan biraz sersemlemiş gibi çıkıyoruz, sanki çok uzaklarda, bir dağ köyünde uzun bir süre yaşamışız gibi."
          Le Soir (Brüksel)





Ferit Edgü'nün "Hakkari'de Bir Mevsim" ya da diğer adıyla "O" isimli kitabını bitirdiğimde, tıpkı yukarıda alıntıladığım eleştiride değinildiği gibi, "biraz sersemlemiş", "çok uzaklarda, bir dağ köyünde uzun bir süre yaşamış gibi" hissettim. Aslında, birebir örtüşmese de, iklim benzerliğinden ve orada da "dilimi konuşmayan, benim de onların dilini bilmediğim tuhaf insanlarla bir arada yaşamak" zorunluluğundan olsa gerek, yazarın okuyucuyla paylaştığı ruhsal gelgitleri, yaklaşık üç sene önce Sivas'ta yaptığım askerlik sırasında ben de duydum. Sivas'ta da kış geceleri sıcaklık eksi otuzları bulur, termometreler şaşırır, yağan karlar dizboyunu aşar ve -muhtemelen- köylere giden yolları kapatırdı. Dilini anlamadığım, çoğu doğunun ücra köylerinden gelmiş insanlara, sizi tepeden tırnağa süzen gözlere, çoğunlukla donuk ve ifadesiz duran ve fakat ara sıra müstehzi gülüşlerle değişen yüzlere ben de bir şekilde aşina oldum. Böyle zamanlarda insan kendini koyu bir yalnızlığın içinde bulabiliyor, öncelikleri ve değer yargıları değişebiliyor. Öncesinde sizi mutlu eden düşünceleri ve anıları arayıp bulmak, bulsanız da bunların sizi gülümsetmesi zorlaşabiliyor ya da size iyi geleceğini düşündüğünüz sesler sizi sandığınız kadar teselli etmeyebiliyor. Bu durumda önceki yaşantıyı bir kenara bırakmak, üzerinde çok fazla düşünmemek daha iyi hissettirebiliyor. Yazar da bir taraftan Hakkari'deki yüzleşmek zorunda kaldığı yeni çetin yaşam koşullarının zorluklarıyla mücadele ederken bir taraftan da kendini ve geçmişini arıyor; romanda da çoğunlukla bu iki arayış arasında, olaylara ve düşüncelere eşlik eden birtakım karakterlerle ve diyaloglarla adeta mekik dokuyor. Yazar kitabın ikinci kısmında, çıldırmanın sınırlarında gezinse de çelişkileri, kaygıları, kendisine ve yaşama yönelttiği soruları ile barışık bir şekilde romanın sonunu getiriyor. Oysaki ben romanın sonunda yazarın bütün çelişkilerini ortadan kaldırmış, sorularına cevap bulmuş kendinden emin bir şekilde veda edeceğini beklemiştim. Ama yazarın tercih ettiği sonu daha gerçekçi bulduğumu söylemeliyim.

Kitabın konusundan sonra, yazının başında yaptığım alıntıda da kendine yer bulan özgün dile değinmek istiyorum. Yazarın ait olduğu kuşak, yani 50'liler kuşağı, doğası ve amacı gereği deneysel yapıtlar üreten/üretmeye çalışmış bir kuşak. Dolasıyla yazarın zaman zaman tamamıyla şiire yaslanan anlatımı bu anlamda bende çok fazla hayret uyandırmadı. Yazarın düzyazı anlatımı da, bazen tek kelimelik, bazen tek özneden oluşan, uzunluğunu anlatılan olayın duygusal içeriğinin ve akışının belirlediği cümlelerle birlikte noktalama işaretlerinin (özellikle de kısa çizginin) alışık olmadığımız kullanımıyla ilginç ve şaşırtıcı bir niteliğe sahip. Bu düzyazı anlatımına örnek olarak yazarın yemek yemek için bir aşevine girdiği sırada etrafındaki insanlara yönelik gözlemleri paylaşılabilir:

"(...)

Sonra gitti, bir çukur çanağın içinde çorba getirdi.  Demek burda adet bu. Yemeği müşteri seçmiyor.
Buğday kırığı ya da benzeri bir tahılın kaynatılarak yapıldığı, içine bir tür ot ve yoğurt katılmış bir çorbaydı bu.
Tadı kötü değildi. İştahla kaşıkladım.
Bitirdiğimde aynı adam geldi, bu kez ne yiyeceğimi sordu. Pilav ve yoğurt, dedim.
Bir tabağın içinde o güne değin yemediğim türde bir pilavla, bir başka tabakta yoğurt geldi.
Bir kaşık pilavdan, bir kaşık yoğurttan aldım.
Karşımdaki adamlar bana bakıyorlar.
Bir kaşık pilav -
Karşımdakiler gözlerini dikmiş bana bakıyorlar.
Bir kaşık yoğurt -
Kaşık, bardak gürültüleri de yok.
Sessizliğin sesi yalnız duyduğum.
Bir kaşık -
Yemeklerini bırakmışlar. Sandalyelerinde dimdik oturmuş gözlerini bana dikmişler.
Bir kaşık -
Terlemeye başladım.
Bir -
Bıraktım kaşığı.
Su içmek istedim.
Ağzımda çamur tadı.
Bana bakıyorlar.
Ben de onlara bakıyorum.
Her şeyi bıraktım.
Kaşığı. Pilavı. Yoğurdu. Su bardağını.
Doğruldum sandalyede.
Ben de gözlerimi onlara diktim.
Başları bir örtüyle kapalı bu adamların.
Yüzleri esmer. Güneş yanığı.
Üstlerinde hemen hemen bir örnek ceket.
Koyu renk, gözleri sürmeli.
Ya ben?
Onlar beni nasıl görüyorlar?
Uzun, sanki günlerdir süren bir sessizliğin içindeydik.
Bakışlarımız donup kalmıştı.
O an, bir bomba olup patlamak istedim.
Oysa, ancak oturduğum yerden kalkmayı, elimi cebime sokup bir kağıt parçasını masanın üzerine bırakmayı ve onların bakışları arasında kapıdan çıkmayı başarabildim.
Yalnızdım.
İçimde büyüyen boşluğun içinde yalnızdım.
Mide bulantım içinde yalnızdım.
İnceden bir yağmur başlamıştı.

(...)"
Yazarın tamamen şiire yaslanan anlatımıyla ilgili olarak da yazarın bir bebeğin köyde ölüp gömülmesinden sonra hissettiği çaresizliği anlattığı satırları örnek verebiliriz:

"(...)

Ey çaresiz
Neyin çaresini arıyorsun
Neyin çaresi var, neyin yok
Yaz bunları bir kenara
Bir gün belki bulursun çareyi
İnsanlar ölmesin demiyorum
İstediğim ölümsüzlük değil
Ne kendim, ne başkaları için
İstediğim, çocuklar ölmesin
Çocukların ölümüne
Dayanamıyormuşum demek
Hiç çocuğu olmayan, hiç çocukluğu olmayan
Hiç çocuklarla yaşamamış ben
Gözyaşlarım utancım değil
Daha önce de ağladığımı ansıyorum
Ama bir düşünce:
Ya öbür çocuklar da ölürse
O zaman ne yaparım
Ama saçmalık bu
Saçmalık mı, değil mi bilmiyorum
Birden ölüveren bu bebe
Saçmalık mı, değil mi bilmiyorum
Bir tek şey istiyorum
Çaresizliği yenmek

(...)"

Yazarın özgün üslubunu bu örneklerini paylaştığım iki anlatım tarzı oluşturuyor. Fakat bunlar roman içinde öylesine güzel harmanlanmış ki, şiirsel anlatım nerde başlayıp nerede bitiyor, düzyazıya nerde başlanılmış nerde tekrar şiirsel anlatıma geçilmiş dikkat etmek gerekiyor. Kesin ve net olan ise, yazarın başarıyla sizi olayların, duygusal gelgitlerinin, kısacası romanın içine çekmekteki başarısı. Bunun içinse romanı, sayfalarını atlamadan okumanız yeterli.

Hakkari'de Bir Mevsim, bir "Kendini kaybedip bulmanın romanı". Çevrenizden uzaklaşmak ve kendinizi dinlemek istediğinizde size eşlik edebilecek güzel bir roman. "Uzaklaşma mevsimini" yaşadığınız bir roman. 




28 Temmuz 2013 Pazar

Barış İçin Müzik Vakfı



Ülkemizde son zamanlarda gündemi meşgul eden birçok olumsuz, talihsiz olaylar ve açıklamalar arasında, sessiz sedasız yapılan hayırlı işler de olmuyor değil. Bunca gürültü ve tantana içinde onların bir anlam ifade eden sesi sadece biraz cılız kalıyor. İşte bu işlerden biri olarak gördüğüm Barış İçin Müzik Vakfı, kurulduğu 2005 yılından itibaren kısa sürede yayıldı ve uluslararası ödüller alarak kendine önemli bir yer edindi. İKSV'nin öncü sponsor olduğu bu oluşuma, İKSV üyeliğim dolasıyla dolaylı olarak katkıda bulunmuş olmaktan gurur ve heyecan duyuyorum. 

Bununla ilgili gelen İKSV'den gelen mektupta vakfın ayrıntılı geçmişi ve gelişimi anlatılmış. Mektubu aşağıda olduğu gibi paylaşıyorum:


"Değerli Lale Üyemiz,

İstanbul Kültür Sanat Vakfı olarak 40. yılımızı kutladığımız 2012 yılından itibaren kültür ve sanatın gelişimine yönelik çalışmalarımızı sürdürürken, düzenlediğimiz festivallerin yanı sıra gençlere yönelik eğitim ve destek faaliyetlerimizi de güçlendirme kararı aldık. Bu doğrultuda geçtiğimiz yıl klasik müzik ve opera alanında çalışan bir gence sunulan Aydın Gün Teşvik Ödülü'nü başlatarak ilk adımı atmıştık. Bu yıl, bu alandaki çalışmalarımıza bir yenisini ekliyoruz. İstanbul Kültür Sanat Vakfı, artık Barış İçin Müzik oluşumunun kurumsal partneri görevini üstlenecek. Barış İçin Müzik oluşumundan siz değerli Lale üyelerimize ayrıntılı olarak bahsetmek ve İKSV'nin Lale Kart Üyelik Programı adına bu oluşuma vereceği destekle ilgili sizleri bilgilendirmek istiyoruz.

Barış İçin Müzik, mimar Mehmet Selim Baki tarafından 2005 yılında kuruldu. Barış İçin Müzik Vakfı'nın temel amacı, mümkün olduğu kadar çok sayıda çocuğa karşılıksız müzik eğitimi olanağı sağlamak ve barışın sesini müzikle duyurmak. Vakıf, Edirnekapı'da, bugüne kadar imkanları sınırlı binlerce çocuğa ortak sosyal ve kültürel yaşam alanları oluşturarak sanata katılım hakkı önündeki engelleri kaldırdı. Kurulan merkezler yer aldkları semtlerin sosyal dokusuyla bütünleşerek, çocukların ve ailelerin aktif katılımıyla bir dayanışma ve paylaşım merkezi haline geldi.

"Barış İçin Müzik" çalışmalarının ilk uygulaması, bölgede yaşayan çocukların ekonomik ve sosyal imkansızlıkları göz önünde bulundurularak, İstanbul Edirnekapı'daki Ulubatlı Hasan İlköğretim Okulu'nda haftada beş gün, ders saatleri dışında 6-14 yaş aralığındaki çocuklara solfej ve akordeon dersleriyle başlatıldı. Boş sınıflarda yirmi öğrenciyle başlayan müzik eğitimi, kullanılmayan kömürlüğün renkli ve çekici bir atölyeye dönüştürülmesiyle daha etkin hale geldi.

Barış İçin Müzik'in çocuklar üzerindeki sosyal, müzikal ve iyileştirici etkileri atölyeye devam eden çocuk sayısının giderek artmasını ve civardaki diğer okullardan da atölyeler talep edilmesini sağladı. Bu gelişmeyi takiben Barış İçin Müzik, Muallim Naci İlköğretim Okulu'nda da benzer bir müzik atölyesi kurdu. 2009 yılında, eğitim verilen okullara yürüme mesafesinde bulunan arsalar satın alındı ve vakfın merkez binaları inşa edilmeye başlandı. Çalışma kabinleri, solfej sınıfları, gösteri ve grup çalışma salonları, kütüphanesi ve yemekhanesi olan bu yeni binalarda 2010 yılında eğitime başlandı. 2012 eğitim-öğretim yılında Hattat Rakım İlköğretim Okulu'nda üçüncü Barış İçin Müzik Atölyesi kuruldu. Akordeonla başlayıp flütle devam eden müzik eğitimine bugüne kadar gelinen süreçte keman, viyola, çello, piyano, perküsyon, kontrbas, klarnet, trombon, trompet, tuba ve korno da eklendi.

Yarı zamanlı öğretmen kadrosunun büyük çoğunluğu Marmara Üniversitesi Müzik Bölümü öğrencilerinden, İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı öğrenci ve genç mezunlarından, eğitmen asistanları ise uzun süredir Barış İçin Müzik'e devam eden çocuklardan oluşan Barış İçin Müzik Vakfı, 2009 yılında Deutsche Bank Urban Age Award ödülüne layık görüldü ve 2012 yılında El Sistema'nın Avrupa ayağını oluşturan Sistema Europe tarafından en iyi uygulamalar arasında gösterildi.

İKSV, bu yıldan itibaren Barış İçin Müzik Vakfı'nın kurumsal partneri olma kararı aldı. İKSV bu ortaklık kapsamında Barış İçin Müzik Orkestrası'nın gelişimine, uluslararası arenada yer edinmesine ve sürdürülebilirliğine yönelik çalışmalar yürütecek, oluşumun destekçi arayışına da yardımcı olacak. Lale Kart Üyelik Programı da bu doğrultuda orkestranın "öncü sponsoru" olma kararı aldı. Orkestranın ilk sponsoru olarak "öncü" unvanını alan Lale Kart Üyelik Programı, siz değerli üyelerimizin İKSV'ye verdiği destek sayesinde Barış İçin Müzik'in desteğe ihtiyaç duyduğu birçok farklı alana katkıda bulunacak. Bu konudaki ilk girişimimizi, orkestra ve koronun davetli olarak katılacağı bu yılın Salzburg Festivali'ne ulaşımlarını desteklemek için gerçekleştirdik. Barış İçin Müzik, Lale Kart Üyelik Programı'nın desteğiyle, Salzburg Festivali'nde bir orkestra ve koro kampına katılacak ve bu kamplar sonrasında iki konser verecek. Konserlerin ilki 27 Temmuz'da, festivalin ana programı kapsamındaki koro konseri, ikincisi ise 7 Ağustos'ta yan etkinlikler kapsamında gerçekleştirilecek orkestralar buluşması konseri olacak.

Önümüzdeki günlerde siz değerli Lale üyelerimizi Barış İçin Müzik Vakfı'nın etkinlikleri ve orkestraya verilen destekle ilgili ayrıntılı olarak bilgilendirmeye devam edeceğiz. Orkestranın ilk sponsoru olarak üstlendiğimiz bu misyonun, farklı kurumlar için de teşvik edici olacağını ve ilerde birçok farklı sanatsever kurum ve kuruluşun Barış İçin Müzik Vakfı'nın çalışmalarını destekleyeceğini ümit ediyoruz.

Lale Kart Üyelik Programı olarak klasik müziğin gücünün toplumsal dönüşüm için kullanılmasının başarılı bir örneğini teşkil eden ve gelecek için büyük umut vadeden bu orkestra ve koronun gelişimine katkıda bulunmaktan büyük mutluluk duyuyor, üstlendiğimiz öncü sponsorluk unvanıyla ilgili heyecanımızı siz değerli üyelerimizin de paylaşacağınıza inanıyoruz. 

Kültür ve sanatın gelişimi için birlikte daha nice günlerde görüşmek dileğiyle...

Tuba Tortop

Pazarlama Direktörü

İstanbul Kültür Sanat Vakfı"