Bu Blogda Ara

29 Şubat 2012 Çarşamba

Orhan Duru - Bırakılmış Biri Adlı Yapıtının İncelemesi


Orhan Duru - Bırakılmış Biri




50 Kuşağı, Türk yazınında nispeten pek bilinmeyen oluşumlardan biri. Hatta bu kuşağa dahil olan ve bu kuşağı sahiplenenlerden Doğan Hızlan'ın yazdığına bakılırsa, yazılı felsefi ortak bir bildirgesi olmayan bir akım bu. Bu kuşağın 50'li yıllarda çıkan çok sayıda kitabının 50. yaşına girmesi dolasıyla, Sel Yayıncılık bu yapıtları bir seri olarak tekrar yayımlamış. Bu tekrar yayımlanan kitaplardan birisini, Orhan Duru'nun "bırakılmış biri" adlı öykü kitabını az önce okudum. 

Doğan Hızlan'ın bu kitapların hepsinin başına iliştirdiği önsözde, bu dönemin edebiyatçılarının en büyük özelliğinin edebiyata aşık olmaları vurgulanırken, ortak bir edebiyat anlayışına hizmet eden ürünlerden çok, o dönemde kendi içinde çeşitlilikler barındıran, farklı algılama biçimlerinin, farklı üslupların hakim olduğu ürünlerin yazın sahnesine adım attığı ifade ediliyor. Şimdilik bu çeşitliliğin ne derece doğru olduğuyla ilgili bir yargıya varmam zor, çünkü bu seride şu ana değin yalnızca tek bir öykü kitabı bitirdim. Fakat üslupta, anlatımda ve biçimde farklı arayışların ve farklı denemelerin olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Sözgelimi, Orhan Duru'nun kitabındaki ilk öykülerde devrik cümlelere eşlik eden kara mizaha yakın bir üslup kendini gösteriyor. Bu kitabın ilk öykülerine hakim anlatım tarzı, Orhan Duru'nun kitabın girişinde belirttiği üzere, kendisinin olgunlaşmış özgün edebi kimliği. Eğer kitap tamamen bu olgunlaşmış, değişik ve özgün dille kaleme alınmış öykülerden oluşsaydı, gözüm kapalı tavsiye ederdim herkese. Ne var ki kitap bizi sonraları Orhan Duru'nun bu bahsettiğimiz edebi kimliğini aradığı, edebi alıştırmalar yaptığı ilk öykülerine götürüyor. Bu öykülerde ilkin mizahi ton varlığını yitiriyor ve devrik cümleler yerini kurallı cümlelere bırakıyor, kitabın son çeyreğinde ise anlatım giderek oldukça yavan ve yalın bir ifade tarzına dönüşüyor. Bu sebeple özellikle kitabın son çeyreğinde sıkılmadım desem yalan olur. Ama kitabın ilk bölümündeki eğlenceli öykülerin hatırına kitabı tamamen olumsuzlamanın da insafsızlık olacağı düşüncesindeyim. Bu arada bu durumun beklenmeyen, şaşırtıcı bir dönüşüm olmadığını da söylemeliyim, nitekim Orhan Duru yine kitabın girişinde, kitabın sonlarına doğru öykülerinin ilk çalışmalarına, 30 yıl öncesine uzandığını ifade ediyor. 

Öykülerin temaları, basit depresyonlardan, şizofreniye varan karmaşık ruh hallere, buhranlara, ölüme, yaşama, gündelik hayat akışına uzanan bir yelpazeye yayılıyor. 

Kitap, bütün olarak olmasa bile, Orhan Duru'nun yer yer gülümseten eğlenceli ve mizahi üslubunu tanıtan ve tattıran öyküleriyle okunmaya değer


Tolstoy - İnsan Ne İle Yaşar Adlı Yapıtının İncelemesi


Tolstoy - İnsan Ne İle Yaşar




An itibariyle bitirdiğim Tolstoy'un İnsan Ne İle Yaşar öykü kitabı oldukça masalsı ve mistik geldi. Bilhassa manevi tarafı ağır basan, meleklerin ve Allah'ın birtakım diyaloglara girdiği, öğütlerle dolu, yalın bir dille kaleme alınmış keskin ibretlik hikayelerden oluşan bir yapıt bu. Daha küçük yaşlarda okumuş olsaydım daha büyük bir etkisi olabilirdi, ama çok değer verdiğim kıymetli bir arkadaşımın doğumgünü hediyesi olarak yaklaşık 2 yıl önce elime geçti ve ancak okuma imkanı bulabildim. Kütüphanede pek göze çarpmayan raflardan birinde unutulmaya yüz tutmuş duruyordu. Bahsi geçen arkadaşımla geçenlerde buluşunca hediyesini tekrar anımsadım, eve döner dönmez de okumaya karar verdim. Muhtemelen kendisi de kitabı satın alırken öykülerin içeriğinden habersizdi. Kitabın yazarı ve ismi cezbetmişti. Dediğim gibi daha küçük yaşlarda okusam etkisi muhtemelen daha büyük olacaktı. Yine de Tolstoy kalitesinin hissedildiği, evrensel ve insani değerlerin el üstünde tutulduğu öyküleriyle okumaktan zevk aldığım bir yapıt oldu (Oldukça uzun süren son öykü hariç)

21 Şubat 2012 Salı

Maraş Katliamı ve Güneş Ne Zaman Doğacak Filmi




Yazı dizisinin bu kısmında en çok göze çarpan ifadeler, "Güneş Ne Zaman Doğacak?" filminin asistanı İsmail Güneş'e ait. Güneş, filmin gösterimi sırasında yaşanan bombalamaları SSCB'nin gizli servisi KGB'ye bağlıyor. Zaten filmin yapım aşamasında da birtakım tehditlerle, göz korkutma ve sindirme çabalarıyla karşılaşmışlar. Vah, vah, vah!. Kendilerine "SSCB ve Türk halklarının kardeşliğini konu alan bir film çekin" şeklinde gözdağı verildiğini söyleyip ardından bir de filmin çok masumane olduğunu savunmaz mı? Vah, vah, vah! İçim sızladı, üzüntüden kahroldum yazının bu kısmını okurken. Kahramanmaraştaki bombayı bizzat bir ülkücünün koyduğu - hatta ismi de kayıtlarda mevcut, yalnız şu an aklıma gelmiyor - kuvvetli bir ihtimal olarak görülürken ve bir CIA personelinin katliam öncesi gerek Kahramanmaraş'ta gerekse çevre illerde birtakım ziyaretler gerçekleştirdiği kesin bir şekilde biliniyorken bunlar İsmail Güneş'in hiç mi hiç dikkatini çekmemiş. İsmail Güneş'in meselenin basit bir "Alevi-Sünni" veya "Sağ-Sol" çatışması olarak algılanmamasını söyleyip KGB'yi işin içine katması da çok tutarlı ve çok ikna edici olmuş gerçekten.

Stalin'in genel olarak o dönem yediği bütün haltlar zaten bugün neredeyse bütün solcuların eleştirilerinin hedefinde. Sağ ve sol grupların toplandıkları yerleri münferit ya da toplu olarak bombaladıkları, birbirlerini kurşunladıkları da herkesin malumu. Burda asıl önemli olan detay, bu işin nasıl olup da devlet eliyle, cami hoparlörlerinden, askeri telsizlerden kızıştırıldığıdır. Meselenin asıl can alıcı noktası budur. Ben zamanında alınan tedbirler ve olay anında ciddi bir şekilde yapılacak bir müdahale ile bu olayların bu şekilde bir katliamla sonuçlanacağına asla ihtimal vermiyorum. Bu ihmalkarlığın, bu gönülsüzlüğün, olaylar göz göre göre gelirken takınılan vurdumduymaz tavrın sebebi nedir? Ben bu olayda en çok bu soruların cevaplarını merak ediyorum.

Kimbilir belki o cami anonslarını da KGB yaptırmış, askeri telsizleri de KGB karıştırmıştır.

14 Şubat 2012 Salı

Maraş Katliamı


Maraş Katliamı Yazı Dizisi



Radikal gazetesi, Eyüp Can'ın yönetimine geçtikten sonra büyük bir değişim geçirdi. Bu değişimden pek hoşnut olmamakla beraber,Yılldırım Türker'in, Ezgi Başaran'ın, Pınar Öğünç'ün yüzü suyuna hürmetten bugün hala radikal gazetesine göz atmaktayım. Tabii bir de zaman zaman Türkiye'nin yakın tarihiyle ilgili incelemelerin yer aldığı yazı dizilerini de unutmamak gerek. Bu incelemelerin önemli olanlarından biri geçtiğimiz aylarda yayımlanan Dersim katliamı yazı dizisydi. Onunla ilgili yazıları sadece okumakla yetindim. Çünkü geçtiğimiz aylarda Dersim katliamının gündelik siyasette de ismi sıkça geçmişti ve geniş bir kitleye ulaşmıştı.


Fakat, ne var ki, Maraş katliamı için aynı durum sözkonusu değil. 33'üncü yıldönümünün içinde olduğumuz bu vahim olay, günlük siyasi polemik başlıklarından biri olmadığı için geniş çapta tartışılmıyor. Bu durum da radikal gazetesinin bununla ilgili incelemesinin tüm yazılarını ayrı ayrı paylaşmayı bir nevi zorunlu kılıyor.

Bugün Pınar Öğünç'ün paylaştığı bir yazı, incelemenin en başında katliamın miladi olarak gösterdiği "Güneş Doğacak Mı?" filminin öncesindeki ortamı aydınlatması açısından, bugün ikinci kısmı yayımlanan incelemeye bir önsöz niteliğinde.

İncelemeyi okumaya başlamadan önce bu yazıyı okumak, katliamın hazırlayıcısı olan siyasi ortamı görmek açısından oldukça isabetli olacaktır.

Katliam ile ilgili yazı dizisinin ikincisine buradan ulaşabilirsiniz.